NEDEN ŞİA, HİLÂFETİN TAYİN İLE OLDUĞUNA İNANIR?
Cevap: Açıktır ki mukaddes İslâm dini, evrensel ve ebedî bir dindir. Hz. Peygamber hayatta olduğu müddet-çe halkı idare etme, toplumu yönetme makamı onun yetkilerinden idi. Hz. Peygamber vefat ettikten sonra ise bu makam, ümmetin en lâyıkferdine bırakılmalıdır.
Hz. Peygamber'den (s.a.a) sonra toplumun liderliği makamının tayin (Allah'ın emri ve Hz. Peygamber'in bil-dirmesi) ile mi, yoksa seçilme ile mi belirleneceği husu-sunda iki görüş vardır: Şiîler, önderlik makamının ilâhî tayin ile belirlenen bir makam olduğuna, dolayısıyla da Hz. Peygamber'in halifesinin bizzat Allah tarafından tayin edilmesi gerektiğine inanmaktadırlar. Ehlisünnet ise, bu makamda oturacak kişinin seçimle belirleneceğine, dolayısıyla da Hz. Peygamber'den sonra ümmetin ülke işlerini idare etmek için birini seçmesi gerektiğine inanmaktadır.
Sosyolojik Değerlendirmeler, Hilâfet Makamının Tayin lie Olduğuna Şahittir
Şia âlimleri, hilâfet makamının tayin ile olması ge-rektiği hakkında kendi itikadî kitaplarında birçok delil beyan etmişlerdir. Fakat biz burada, konuya bir de şu açıdan yaklaşmak istiyoruz: Bize göre, risalet asrında
86 Cevaplıyoruz
dünyaya hâkim olan şartların tahlili, Şia'nın inancının doğruluğunu ortaya koymaktadır. Risalet asrında İslâm-'ın izleyeceği iç ve dış siyasetin doğru bir analizi, Hz. Peygamber'in halifesinin Allah'ın emriyle Peygamber ta-rafından seçilmesini gerektiriyordu. Zira İslâm toplumu, sürekli olarak bir şer üçgeni (Roma Imparatorluğu, İran Şahlığı ve Münafıklar) tarafından tehdit edilmekteydi. Böyle bir durumda ümmetin maslahatı Hz. Peygamber'in siyasî bir önder tayin ederek bütün ümmeti dış düş-manlar karşısında bir safta toplamasını, düşmanın Islam toplumuna nüfuz edip sulta kurmasmm zeminini or-tadan kaldırmasını gerektiriyordu.
Bu Konunun Beyam
Bu tehlikeli üçgenin bir kenanm Roma Imparatorlu-ğu teşkil ediyordu. Arap Yarimadasi'mn kuzeyinde yer alan bu büyük güç, sürekli Peygamber'in kafasını meş-gul etmişti ve Hz. Peygamber hayatimn son anma kadar Rumlardan yana büyük bir endişe içerisinde olmuştur.
Müslümanların Hıristiyan Rum ordusuyla ilk askerî karşılaşması, H. 8. yılda Filistin topraklarında gerçekleş-ti. Bu karşılaşma, Cafer-i Tayyar, Zeyd b. Harise ve Abdullah b. Revaha'nın öldürülmesi ve İslâm ordusunun acı yenilgisiyle son buldu.
İslâm ordusunun küfür ordusu karşısında geri çe-kilmesi, Kayser ordusunun küstahlaşmasına sebep ol-muş ve her an İslâm merkezine saldirmasi bekleniyordu. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.a), H. 9. yılda büyük bir orduyla Şam sinirlanna doğru hareket etti. Hz. Peygamber, Rum ordusuyla aralarmda çıkabilecek çatışmada Islam ordusuna bizzat komuta etmek istiyordu. Bu baştan sona zahmet ve sıkıntı dolu seferde Islam ordusu eski haysiyetini tekrar elde edebilmiş ve siyasî hayatını yeni-leyebilmişti. Bu nispî zafer, Hz. Peygamber'i ikna etme-mişti. Bu yüzden, hastalanmadan birkaç gün once Islam
Hilâfetin Tayin İle Oluşu 87
ordusunu Üsame komutasında Şam sınırlarına ka-dar gidip Rumlara göz dağı vermekle görevlendirdi.
Bu üçgeninin ikinci kenarını ise, Iran Şahlığı oluştu-ruyordu. İran Şahı Hüsrev Perviz, Hz. Peygamber'in ken-disine mektup göndererek kendisini İslâm'a davet et-mesini içine sindirememiş ve kızgınlığının şiddetinden Hz. Peygamber'in mektubunu yırtmış, elçisini aşağılaya-rak dışarı attırmış ve Yemen valisine, Hz. Peygamber'i yakalamasını, karşı koyduğu takdirde ise öldürmesini yazmıştı.
İran Şahı Hüsrev Perviz, Allah Resulü'nün (s.a.a) zamanında öldü ise de, uzun bir süre Iran'ın sömürgesi olan Yemen bölgesinin İslâm sayesinde bağımsızlığına kavuşması, Iran şahlarımn kolaylıkla kabullenebilecek-leri bir şey değildi. Büyük bir güç olmanın getirdiği gurur ve tekebbür ruhu, İranlı siyasîlerin bu yeni ortaya çıkan güce (İslâm gücüne) tahammül etmelerine müsaade etmiyordu.
Üçüncü tehlike ise, münafıkların tehlikesiydi. Bun-la r, sürekli düşmanın beşinci kolu olarak Müslümanlar arasında bölücülük yapmak ve kötülük çıkarmakla meşgul idiler. Hatta Hz. Peygamber'in canına bile kas-tetmiş ve onu Tebûk'ten Medine'ye dönerken öldürmek istemişlerdi. Bunlar, Allah Resulü'nü öldürürlerse, İslâm hareketinin sona ereceğini düşünüyorlardı.1
Münafıkların yıkıcı gücü, Kur'ân'ın Âl-i Imran, Nisâ, Mâide, Enfâl, Tevbe, Ankebût, Ahzâb, Muhammed, Fetih, Mücâdele, Hadîd, Münâfıkûn ve Haşr surelerinde zikredi-lecek kadar büyüktü.2
Islâm'a pusu kuran böylesine güçlü bir düşman kar-şısında İslâm Peygamberi'nin bu yeni kurulmuş İslâm toplumu için dinî ve siyasî bir önder tanıtmaması doğru olur muydu?!
1- Tûr, 30
2- Üstat Cafer Subhanî'nin Furuğ-i Ebediyet adlı eserinden iktibas edilmiştir.
88 Cevaplıyoruz
Sosyolojik değerlendirmeler, Hz. Peygamber'in Müs-lümanlar için bir önder ve lider tayin ederek kendisinden sonra her türlü ihtilâfı ortadan kaldırmasını, sağlam ve temelli bir savunma hattı oluşturarak Islâm toplumunu sigortalamasını gerektiriyordu. Çünkü ancak bu şekilde Hz. Peygamber'den sonra çıkabilecek her türlü kötü ve tatsız olaylara engel olunabilir, her grubun, "Emir bizden olmalıdır." demesinin önüne geçilebilirdi.
Bu sosyal realiteler, bize, Hz. Peygamber'den sonra önderlik makamının tayin yoluyla olması gerektiği görü-şünün daha gerçekçi ve doğru olduğunu göstermektedir.
Allah Resulü'nün Kendisinden Sonraki Lideri Tayin Ettiğinin Kanıtları
Bu toplumsal şartlar doğrultusunda ve başka açılar-dan Allah Resulü (s.a.a.), peygamberliğin ilk günlerinden ömrünün son günlerine kadar her firsatta hilâfet konu-sunu gündeme getirmiş ve kendisinden sonraki halifesi-ni, hem peygamberliğin başlangıcında -akrabalarına peygamberliğini ilân etme münasebetiyle düzenlediği merasimde-, hem de ömrünün son günlerinde -Veda Haccı'ndan dönerken Gadir-i Hum'da-ve hayatı boyunca çeşitli münasebetlerde tayin etmiş, tanıtmıştır. Biz, On Altıncı Soru'ya verdiğimiz cevapta, Peygamberimizin bu konudaki üç önemli ve açık sözünü, belgeleri ve kaynak-larıyla birlikte aktarmışız.
İslâm güneşinin doğduğu yıllardaki toplumsal şart-lar göz önünde bulundurularak Hz. Peygamber'in Mü-minlerin Emiri Ali'yi kendi halifesi olarak tayin ettiğini bildiren sözlerine müracaat edildiğinde, hilâfet maka-mının ilâhî tayin ile olmasının zorunlu ve kaçınılmaz ol-duğu görülecektir.